Suyu Arayan Adam

Suyu Arayan Adam Kitap İncelemesi – Şevket Süreyya Aydemir

2

Geçmişi anlayabilmenin çeşitli yolları vardır. Bunların başında tarih bilmek gelir. Fakat tarih size her zaman derinlikli bilgi sunmayabilir. Resmi tarih yazımı çoğu zaman duygulardan, düşüncelerden ve insan psikolojisinden arındırılmıştır. Fakat insanlık tarihinin merkezinde insanlar bulunmaktadır. Dönemlere ait savaşları veya siyasi olayları bir tarih kitabı size anlatabilir. Fakat insanların kafasındaki düşünceleri nasıl öğrenebiliriz? Yahut bireyin kafasındakileri anlamadan geçmişi gerçekten anlayabilmiş sayılabilir miyiz? Tabi ki sayılamayız. İşte bu sebeple otobiyografik kitaplar çok değerlidir.

Anadolu toprakları çok çeşitli hayatlara ve maceralara konu olmuş bir coğrafyadır. Farklı dil ve kültürleriyle hayat bulan bu topraklardaki insanların dünyaya ait çok farklı hayalleri olmuştur. Osmanlı’nın çöküşü ve yeni cumhuriyetin kurulması safhasında büyük acılar atlatan Anadolu insanı, bu acılarla kavrulmuş ve farklı bir bakışa erişmiştir.

Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam isimli otobiyografik romanı, Osmanlı’nın çöküşü ve cumhuriyetin kuruluşu dönemini kavrayabilmemiz için çok önemli bir eser olarak karışımıza çıkıyor. Aydemir, bir otobiyografik roman yazarak aslında çok olağan bir şey yapmış. Çünkü Osmanlı tarihinin en buhranlı döneminde doğan yazarımız, yerinde rahat durmamış ve turan idealiyle başladığı yolda coğrafyalardan coğrafyalara atlamış, sosyalist olup Rus komüniterniyle ciddi ilişkilere girmiş ve en son tekrar kendi topraklarına dönerek aradığı suya ulaşmış. Farklı coğrafyalarda, inandığı değerlere dair bir sonuca varamayan Aydemir, en sonunda kendi ülkesinde bu amacına bir nebze ulaşabilmiştir. Bu kadar farklı düşünceler, savrulmalar ve daha birçok başka şey, belki dönemin şartlarında belki de Şevket Süreyya Aydemir’in kendi kişiliğinde bulunabilir. Bu yorumu başkalarına bırakalım.

“Derse başlarken İstanbullu başçavuşa dersi sadece dinlemesini, sual cevaplara katılmamasını söyledim. Sonra da askere sordum

-Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?

Hep birden:

-Elhamdülillah Müslümanız,

diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Cevaplar karıştı. Kimisi “İmamı Azam dinindeniz” dedi. Kimisi “Hazreti Ali dinindeniz” dedi. Kimisi de hiçbir din tayin edemedi. Arada:

-İslamız,

diyenler de çıktı ama;

-Peygamberiniz kimdir?

deyince, onlar da pusulayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi:

-Peygamberimiz Enver Paşadır!

Dedi…”

Önce hayatının ilk gençlik döneminden bahseden Aydemir, memleketi Edirne’de başlayan serüvenini anlatırken aynı zamanda dönemindeki Anadolu halkının durumunu da gözler önüne seriyor. Buradan İstanbul ve Anadolu’ya geçen yazarımız, cephelerde savaşıyor ve halkla iletişime giriyor. Halkın dini düşüncelerini, askerlerin döneme ait fikir yapılarını ve Turancılık gibi döneme damgasını vuran düşünceleri irdeliyor. Turancılık sevdasıyla Orta Asya’ya ve oradan da Moskova’ya geçerken, dönemin eğitime dair sorunlarını ve İttihat ve Terakki’yi anlatıyor. Aynı zamanda Rusya’daki Sovyet Devrimi ve ona dair olaylardan da yakinen bahseden Aydemir’in hayatı, en sonunda bir boşluğa düşüyor ve İstanbul’a geri dönüyor. Döndüğü zaman “profesyonel ihtilalci” adıyla Ankara ve Afyon’da hapis hayatı geçirdikten sonra Kadrocular hareketi çevresinde cumhuriyetin fikir sistemine dair çalışmış, iktisadi çözümler üretmiş ve memurluk yapmıştır.

Oldukça akıcı bir üsluba sahip kitabına ve savrularak yaşanmış bir hayata bunca şey sığdıran Şevket Süreyya Aydemir, bireylerin düşünce dünyasına girebilmemizi ve bu sayede geçmişi daha iyi anlayabilmemizi sağlıyor. Suyu Arayan Adam isimli bu kitabı herkese tavsiye ediyorum.

Bu kısa inceleme yazısını sonlandırırken, aynı Aydemir’in kitabını bitirdiği gibi bitirmek istiyorum. Epiktetos’tan alıntı yapan Aydemir:

-“Huzurun bir pahası var”.

Evet, onu ödemek lazım. Benim ödediğim paha, hayatımın hepsidir. Ama bundan üzgün değilim. Ödediğim bedel, ulaştığım kaynak için çok değildir. Çünkü bu kaynağın başında ben, yıllar yılı kaybettiğim en değerli şeyi, yani kendimi buldum.

Aynı hataları yapıp farklı sonuçlar bekleyen bir ülkenin vatandaşı olarak insan psikolojisi ve psikiyatrisi, siyaset psikolojisi, sosyopolitik sistemlerin işleyişleri, uluslararası ilişkiler, tarih ve bilime ilgi duyuyorum.

2 Comments

  1. “SUYU ARAYAN ADAM” Kitabın tamamı çok değerli bilgilerle dolu bir roman. Ben bugüne dair yararlanabileceğimiz en temel bilgilerin Ş.S Aydemir in Ankara’ya serbest gelip devlet kadrolarına katılmasından sonraki bölümü değerlendirmek istiyorum. Tam donanımlı hale gelmiş Ş.S. Aydemirden gereği gibi yararlanılamadığını görüyorum. Örneğin iyi niyetli bile olsa geleceği göremeyen kafasında Komünizm öcüsü ile yaşayan maliye bakanının sanayileşirsek işçiler, grevler ve komünizm gelir sonucuna varmasını düşünürsek ATATÜRK ün emeklerinin nasıl heba edildiğini görürüz. Dünya ekonomik krizi ile AVRUPADA ki faşizm yüzünden duran sanayi çarklarının iskeleti fabrikaları sudan ucuz ve en uygun ödeme koşullarıyla satıp batıdan çıkmak isterken biz hayır diyoruz. Üstelik Ş.S. Aydemir uyardığı halde bakan 4 saat olmaz diyorken yazar neredeyse 4 dakika bunun bir fırsat olduğunu açıklıyor.
    M.KEMAL ATATÜRK o yaşlarda rahatsız olduğundan daha çok kültür işleri- sanat ve arkeolojiyle ilgileniyor..Mustafa Necati o günün milli eğitim bakanı ki ATATÜRK ün kaybından hemen iki yıl sonra köy enstitülerini açabiliyor. Demekki bazı kadrolar doğru eller bazıları yanlış insanlara teslim edilmişti

  2. 347-408
    Bu kez Ankara ya giderken serbesttim. Cebimde Ankara da bir gecelik param ve çantamda yayımlanmayan önceden anlattığım kitabım ile para ve para kıymetlerindeki dalgalanmalarını ayarlama bakımından merkez bankasının fonksiyonu üzerine hazırladığım bir rapor vardı. Ancak korkmuyordum hemen öğretmenlik mesleğine atamamı sağlatabilirim ümidi ile nereden geldiğini bilemediğim sanki Ankara’nın beni beklediği gibi içimde iyimser bir duygum vardı.
    Lokomotifin çığlıkları beni rüyamdan uyandırdı. Ankara’yı kalesi ile toz bulutu ile yine aynı şekilde karşıladım. Sabah Maarif vekaletine gittim. Maarif müsteşarı beni olgun ve dengeli bir insan gibi dinledikten sonra, hangi memleket bizimki kadar çocuklarına muhtaçtır? Hangi millet bizim kadar fakirdir? Her birimiz dağarcığında ne varsa ortaya dökmelidir diyerek karşıladıktan sonra beni Yüksek ve Teknik Öğretim Umum Müdürü Muavinliğine atadığını söyledi. Birkaç gün sonra da yüksek İktisat Meclisi Umumi kâtip yardımcılığına da atanmıştım. Oysa öğretmenlik mesleği için başvurmuştum. Beni bu görevlere getiren yolun dönemeçlerini durmadan zihnimde canlandırdım. İki ağabeyimin de şehit olmasından sonra subay olabilmek idealleri ile Edirne’den ailemden ayrılmıştım.
    Daima devletten korkan Anadolu insanını, çileli mustarip bozulmamış o kendi toprağına sadık insanları düşündüm. Rusya’da iken benim için Devlet, kapitalist hâkim sınıfın bir icra organıydı. Şimdi aniden kendimi Devletin içinde icracı bir yönetici durumunda bulduğumu görüyordum.
    Genel müdürüm Rüştü Uzel, yurt dışından bazı projeler, planlar ve programlar ile dönmüş benimle buluşmuştu. Onun hayal ettiği meslek okulları; köylerde dolaşacak seyyar demirhaneleri olan, balıkçılık, otelcilik okullarından, sanat enstitülerinden ve kademe kademe Teknikum’lardan oluşuyordu. Bu insan hiçbir engelden yılmıyor, zorluk nedir bilmiyordu. Köyden gelmiş biri olarak Avrupa üniversitesini bitirmişti. Maarif vekilim (MEB) Mustafa Necati beyde gecesini gündüze katarak çalışan daima iş arkadaşlarıyla birlikte olan Laik tedrisat- Tek Tedrisat- Muhtelif Tedrisat ı yerleştirmeye çalışan birisiydi. Her gün sonunda günü değerlendirirdik. O heyecanla bize;
    Bugün millet mekteplerinin açılması emrini verdim, Bugün yeni alfabe harflerimizle 100 bin alfabe basımı emrini verdim. Bugün falan Enstitü binasının inşaatı için 150 bin lira havale yaptırdım gibi, gibi anlatırdı. Mustafa Necati Bey işte bu heyecanla çalışıyordu. Çalışma arkadaşlarına sevecendi. Herkese takılmayı severdi. İlk tanışmamızda elini omzuma koyarak çocuklarımızı Komünist yapmayacaksın değil mi? Dedi. Bende çocuklar değil, siz kendinizi koruyun cevabını verdiğimde gülümsedi. Herkesi güldürdü. Yazık ki genç yaşında bizleri yalnız bıraktı vefat etti. Mustafa Necati (d. 1894, İzmir – ö. 1 Ocak 1929, Ankara)
    Bu çalışkan ve dürüst kadronun başında Çankaya da basit bir bağ köşkündeki inkılap lideri genç insan vardı. Her çalışmayı takip ediyor adeta aramızda yaşıyordu. Ondan taşan dinamik hayatiyetin ruhu hepimizi sarıp sarmalıyordu. Basit kazmalar ve küreklerle dağlar deliniyor, tüneller açılıyor derme çatma araçlarla taşınan raylar döşeniyor, bir avuç çimento bir parça demirle bir mektep bir Hasta hane açılıyordu. Demiryolları ve madenler millileştiriliyor, yeni yollar açılıyor üretim artıyordu. Bu hareketliliğin ardında işte o Çankaya’da ki adam vardı.
    1929 Dünya iktisat buhranı Ankara’yı da vuruyordu. Bu hareketlilik yavaşlamaya başladı. Yeni bir yol yeni bir iktisat formülü bulunmalıydı. Himayeci bir gümrük siyaseti ardındaki liberal bir iktisat nizamı fikri İzmir İktisat kongresinde kararlaştırıldı. Ancak bu kararlar yetersizdi. Milli gücü harekete geçirecek ülkeyi yatırımlara götürecek ruhtan ve vasıtalardan yoksundu. Liberal demokrasi nizamının kapitalizmi ile diğer tarafta planlı bir kuruluş ve kalkınma tecrübesinin uygulandığı sosyalist ekonomi düzeni vardı.
    Ben birinci olarak Türk inkılabının heyecanının devamının sağlanması gerektiğini ikinci olaraktan milli iş gücünü harekete geçirip 1. Dünya harbinin sudan ucuz hale getirdiği teknik alet ve ekipmanı yurt içine getirerek sanayi üretiminden yararlanmak gerektiğini rapor olarak sundum. Bu raporum Laypzig dünya fuarında Türk- Alman Pazar İttihadı adı altında broşür olarak dağıtıldı.
    Dünya Batı ve Doğu olarak bölünmüştü. Batı da Faşizm kendi nifaklarını tohum olarak saçıyordu. Ben Ankara’yı tanıdıkça memleketin bu halsizlikten çıkış ve yükselişe geçeceğine olan inancım her geçen gün daha da artıyordu. Oysa, Dünya iktisadi buhranlar ve siyasi ihtilaller içinde yüzüyordu. Dünyanın beşte dördü müstemleke olmuş kapitalizmin esiriydi. Afyon cezaevinde yazdığım kitabı şimdi MEB bastırmıştı. İnkılabın elimizden çıkmamasına yönelik bir konferansı Türk ocağı Merkez salonunda verdim. Mürtecilerin ve müsrif sermayenin eline geçmemesine dikkat etmeliyiz dedim. Bir milli kurtuluş hareketidir ki milli kurtuluş arayan; Ortadoğu ülkelerine, Afrika ve uzak doğu ülkelerine örnektir dedim. Sonradan Türk ocaklarının yerini Halk Evleri aldı. Türk ocaklarındaki Hamdullah Suphi Tanrıöver’in etkin olması gibi Dr. Reşit Galip de faal olarak burada konferanslar düzenliyordu. Ancak Halkevlerinde Osmanlı tarihi yok sayılıyordu. 2. Meşrutiyet, 1. Meşrutiyet, Gençosman’ılar burada anlatılmıyordu. Bu hareketlerdeki yenileşme hareketleri görmezden geliniyordu.
    Atatürk’ün ise o tarihlerde bütün çabası Dil-Tarih ve Arkeoloji üzerineydi. Bir aralık tartışmalarda bizim kafa yapımızın Brakisefalmi yoksa Dolisefal mi olduğumuz gibi tartışmalar gereksiz yere araştırılıyordu! Bütün bu esasından koparılmış tartışmalarda Atatürk’ün adı kullanılıyordu. Atatürk’ün söğüt özündeki çardağında bu tartışmalar geceler boyu sürüyordu. Atatürk’ün ömrü karargahlarda geçmiş olsa da o bir karargâh adamı değildi.
    Ne yalnız bir asker ne bir cihangirlik peşinde koşan hayalperest, ne de yalnız ıslahatçı idi. O bütün bunların üstünde olan bir insandı. Türk İnkılabının niteliği ve ideolojisini anlatan bir tezi Atatürk’e sunduk. O günlerin Kadro adlı dergisinde ben, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Şevki Yazman, Vedat Nedim TÖRE ve Burhan BELGE yazılar yazıyorduk. Atatürk de kendisine Kadro olarak sunduğumuz tezi kitap olarak bastırdı. Bize Komünist diyenlerde Faşist diyenlerde vardı. Oysaki biz Milli kurtuluş Hareketinin sosyal ve ekonomik karakterini ve Orta doğuda milli kurtuluş hareketlerimizin uluslararası anlamını ortaya koyuyorduk.
    Kremlin bir raporunda “Sömürge ve yarı sömürgelerde başlayan milli kurtuluş hareketleri emperyalizme karşı ve emperyalizmi parçalayıcı birer hareket olarak himaye edilmeye layıktır.” Deniliyordu. Batı kapitalizmini zayıflatacak hareket olarak görüyorlardı. Rus Komünternin 1922 kongresinde ise Türk Milli kurtuluş hareketi için Panturanizm ile karışık klasik bir ittihadı İslam hareketidir deniliyordu.
    Ben ise, Rusya’nın çabasının inkılabın rehberliğini milliyetçi münevverlerin elinden kendi cephesini temsil eden komünist liderlerin eline geçirmek olduğunu düşünüyordum. Bana göre Milli kurtuluş hareketi dediğimiz dünya ölçüsündeki hareketin amacı, bireyin standartlaşmasına ve hürriyetin bir azınlığın tekeline girmesine izin vermeyen milleti keskin sınıf farklılıklarından koruyan bir milli düzene götürmekti.
    1929-1933 Dünya iktisat bunalımı dünya için bir taraftan çöküntüyü işaret ederken diğer yandan bizim gibi sanayileşmek isteyen bizim gibi geri kalmış ülkeler için müthiş imkanlar açmıştı. Çünkü sanayi ülkelerinde işsiz ve müşterisiz kalan fabrikalar, makineler sudan ucuz hale gelmişti. Ödeme şartları çok çok uygundu. Neredeyse parasız satışlar yapılıyordu. Bu türden ülkelerin böyle bir sona geleceği zaten öngörülüyordu. İşini bilen Güney Amerikalılar, Bazı balkan ülkeleri, Hintliler, Çinliler yararlanırken biz TÜRKİYE olarak yararlanamadık. Çünkü kadrolardaki bizler ile Milli iktisat ve Tasarruf cemiyetinin genel sekreteri Vedat Nedim TÖR için “ Öyle ya fabrikalar kuracaklar, ameleler olacak sonrada gelsin komünizm gibi aleyhimizde propagandalar yapılıyordu. Milli sermaye israf edilmesin, sağlam para denk bütçe gereklidir diyerek küçük işletmeleri destekleyen korumacı muamele vergisi kanunları ile bu dünya konjektöründeki tarihi fırsatlardan yararlanılamadı. Türkiye sanayileşiyor söylemlerimiz boş sloganlar olarak kaldı. Kendi ayaklarımıza kendi ellerimizle koca koca taşlar bağladık.
    Diğer yandan yeni Bir Dünya harbinin tohumları ekiliyordu. 1933’te Almanya’da iktidara gelen Naziler Irk üstünlüğüne dayanan faşist ruhunu yayarak Avrupa’nın ve Ukrayna’nın Töton Şövalyelerine (orta çağ Avrupa’sının Rambo’ ları) taksim edileceğini yayıyorlardı. Faşizmin ne olduğunu, Nazizm’in ne denli tehlikeli olduğunun ilk farkına Rusya varmıştı. Ruslar, Almanların ilk olarak Batının üstüne saldırmasını istiyorlardı. Bu şekilde ALMAN lar güç kaybettikten sonra Faşizmi yeneceklerini düşünüyorlardı. Bunda da başarılı oldular.
    İkinci dünya harbini biz, Atatürk’ün cesaretle tesviye ettiği bir zemin üstünde ancak birçok aşamalarını da aşamamış olarak bulduk. Bu harp gerçekte kapitalizm ile sosyalizmin harbiydi. Faşizm Almanlar ile bir ara rejim olarak dünyada yerini almıştı. Bütün gücünü saldırılarla batıda harcayıp sonra da asıl hedef dediği Rusya karşısında aldığı yenilgi ile yok oldu.
    İkinci Dünya harbinde bir bakıma şanslıydık. Çünkü Birinci Dünya harbindeki devleti elinde tutan dar görüşlü kadroların yerine hayalperest olmayan harp ve sulhun anlamını kavramış bir hükumet ve kadronun idaresinde 2. Dünya harbine yakalandık. Şanslıydık, 1. Dünya harbindeki gibi bir Enver Paşa cahilliği ve benliği ile İttihatçı komiteci ligi bu harp döneminde yoktu.
    2. Dünya savaşında İsmet İnönü Harbi düşünmek ve sulhu korumak ilkemizdir diyordu. Bu dönemde İktisat vekaletinin sanayi teknik heyeti başkanlığına getirilmiştim. Her iki harbi de yaşamış biri olarak 1. Dünya savaşında baştanbaşa yaya olarak geçtiğim Anadolu’nun akıl almaz sefaletini görmüştüm. Anadolu insanını tanımıştım. Adana ve İzmir’deki birkaç derme çatma tesisten başka tüten tek baca, dönen tek motor, yanan tek bir ampul, adına şose denilebilecek bir kilometre yol yoktu. Anadolu’yu ilk kez görmek isteyen Sadrazam Talat Paşa ancak Sivas’a kadar gelebildikten sonra etrafındakileri yalnız bırakarak hemen İstanbul a dönmüştü. 2. Dünya harbinde ne de olsa bir ATATÜRK dönemi yaşanmıştı. Ancak ekonomi kararlarındaki hataların bedelini telafi edemiyorduk. Örneğin Zonguldak kömür havzaları birçok ayrı şirketin aynı damarda çalışması durumlarını çıkarıyordu. Harp içinde bunlar kamulaştırıldı. Ancak tesisler yıpranmış olarak teslim alınmış ve üretim oldukça azalmıştı. İktisat vekaleti çoğu kez yetersiz kalmıştı. İktidar artık yorgundu. Bende Halk partiliydim. Partimin genel sekreteri Esendal sanayi ve sanayileşmenin vertikal- dikey bir medeniyet yaratacağını öne sürüyordu. Orta çağ loncalarındaki çalışma düzenini model olarak görebiliyordu. Bu yorgun ve kararsız iktidarın tek yapabildiği çok partili rejime geçmek oldu. Kendi kurtuluş mücadelesinin fikir ve heyecanlarını Tunus-Cezayir-Fas gibi ülkelere veremedi. Birleşmiş milletlerde onları yalnız bıraktı. Fransa’nın iç sorunudur dedik. Süveyş kanalının devletleştirilmesinde Mısır ı yalnız bıraktık.
    Atatürk ün bize öğrettiklerini bizim de bize benzer ve bu tecrübelere muhtaç olan memleketlere öğretmemizden daha doğal ne vardı? Bu misyonu da başaramadık.
    1950 seçimlerinden sonra vekiller heyeti kararı ile görevimden ayrıldım. Bu yolun sonu gelmeliydi çünkü artık devlette yapabileceklerim kalmamıştı. Aslında benim hayat yolculuğum her zaman istikametsiz, her zaman rüzgâra tabi her zaman iradem dışı olmuştu. Küçük bahçeli evime geldim gece Epikte tosun kandilini yaktım. Az sonra da Epiktetos belirdi ve dedi ki;
    Kaybettim deme geri verdim de. Hayat bir ziyafetten başka bir şey değildir. Yemek ne kadar sürmüşse ziyafet orada biter. Kolun sofrada nereye kadar uzanıyorsa nasibin o kadardır.
    Senden alınanlara karşı senden alınamayacak olan iradeni koy. İşte asıl hürriyet budur.
    Yalnızlıktan korkma asıl korkulacak olan şey korkunun kendisidir. Kendine dön, kendine inan ve kendinde olanı ara …
    Tabiat hem zalim hem de lütufkardır. O ne sever ne de acır. O yalnız kendi kanunlarına uyar. Soğuk dondurur, sıcak yakar. Toprak ana emreder sana; Yeniden başla.
    Şimdi size anlattığım bu hikayenin adını koyarsam onun adı “ Suyu arayan adamdır.” Ömrümce aradığım su şu küçük bahçeli evimdeki sudur ki hikayemin başında anlattığım yangını söndürende odur.
    …………………………………………………….

Yorum bırakın

Your email address will not be published.

Kitap İncelemeleri Kategorisinde Son Yazılar