Makedonya deyince aklıma Büyük İskender gelse de Makedonya’nın başkenti Üsküp’e giderken kendi tarihime ait birçok şey bulacağımın bilinciyle heyecanlıyım. Osmanlı tarihinde de çok önemli bir yer tutan ve hatta bir zamanlar anavatan parçası olan Üsküp hakkında tam bir gezi rehberi yazısından ziyade, benim gezip gördüğüm ve aldığım ufak notları sizlerle paylaşmak istiyorum. Tabi dikkatimi çeken şeyleri yazarken Üsküp’te gezilecek yerlerden de bahsedeceğim.
Skopje yani Üsküp, Makedonya’nın kuzey bölgesinde yer alan çok güzel bir başkent. Vardar Nehri’nin ikiye ayırdığı bu tarihi şehirde bizim kültürümüze ait birçok şey buluyorsunuz. 1392 yılında fethettiğimiz ve Balkan Savaşları’na (1913 Bükreş Antlaşması) kadar elimizde tuttuğumuz Üsküp, Balkanlar’ın fethine devam edebilmek amacıyla, özellikle Belgrad’ın alınmasına kadar (1521) bir karargah görevi görmüştür. I. Dünya Savaşı’ndan sonra da Yugoslavya Krallığı’na ait olacaktır. En son olarak da 1991 yılında Yugoslavya’dan bağımsızlığını ilan eden Makedonya’nın başkenti olarak karşımıza çıkıyor.
Vardar Nehri, 16. yüzyılın tarihçisi Kemalpaşazade’nin tabiriyle “Rumeli’nin Bursa’sı”nı sadece fiziksel olarak ayırmıyor. Aynı zamanda Üsküp’ün bütün kültürel farklılığını da bir bıçak misaliyle ikiye bölüyor.
Üsküp’e giderken, yolculuğumun en başında dahi olmama rağmen başka şehirlere nazaran daha bir heyecanlı hissediyorum. Çünkü bir zamanlar toprak parçamız olan bu şehirde bizi andıran neler kalmış diye düşünmek merakımı arttırıyor. Bu yüzden Vardar Nehri’nin kuzeyinde kalan Türk bölgesi kısmını özellikle gezmeyi düşünüyorum.
Üsküp’e olan gezimde ilk vardığım nokta Üsküp Kalesi oldu. Açıkçası en başta kafam karıştı. Sanki kale Üsküp Kalesi’nin bulunduğu yerin biraz daha kuzeyinde olmalıydı. Çünkü elimdeki uydu haritasında ufak bir kale görüyorum sanıyordum. Sonra; herhalde yukarıda ufak bir kale daha vardır, daha sonra ona da bakarım diyerekten Üsküp Kalesi’ni gezmeye başladım.
Kalenin bir kısmı yıkılmış ve henüz tamir edilmemiş. Onun dışında ne yazık ki bazı bölümleri çitlerle kapalıydı. İçerisindeki müzeler de ben gittiğimde zannediyorum kapalıydı. Kale şehrin hakim tepesine kurulmuş ve güzel bir manzarası var. Zaten Üsküp Kalesi’nin bulunduğu yer yaklaşık 4000 yıllık bir yerleşim merkezine aitmiş. Bu kale milattan sonra yapılışından itibaren yıkıldıkça tekrar yapılmış ve sürekli olarak kullanılmış. Osmanlı devrinde de sıkça kullanılan ve karargâh olan Üsküp Kalesi’nin surları gerçekten çok hoş. Kulelerin kapıları ne yazık ki kapalı fakat zaten böyle kalelerin kulelerini kapatıyorlar. Surların üstüne ahşaptan gözetleme kulecikleri inşa edilmiş ve bunlara şehri izleyebileceğiniz bir dürbün koyulmuş. Ne yazık ki dürbünler benim gittiğim tarihte bozuktu ve kullanamadım. Onun dışında her ne kadar Üsküp Kalesi İskender’den sonra yapılmış olsa da bir Makedon falanksı havası içinde yürüyerek gezdim. “Sanki Makedon falanksları surlarda mı bekliyordu yahu?” diye sorabilirsiniz. Hoş beklemiyorlardı belki, ama olsun ben İskender tarihini seviyorum. Kuleden bakıp ordularımı hedgehog düzenine sokmak için emir verecek bir havaya bürünebiliyorum böyle kalelerde. Çok strateji oyunu oynamanın sonuçları bu olsa gerek 🙂 İşin gerçeği, kullanım ve yakın tarih açısından kale daha çok Roma ve Osmanlı’ya aittir.
Buradan sonra aklım karıştığı için daha kuzeye doğru yürüdüm. Fakat kuzey kısımda biraz yürüyüp yukarıya çıkınca karşınıza çağdaş sanat müzesi çıkıyor. Gerisin geriye yürüyorum.
Üsküp Kalesi’nin önüne tekrar gelince, hemen yanındaki Mustafa Paşa Cami’sine yürüdüm. Bu ikisi birbirine oldukça yakınlar. Cami gerçekten güzel fakat bence bundan ziyade caminin bahçesi, bahçedeki insanlar, güller, yeşillikler çok güzeldi. Zannediyorum burada sürekli oturan bir ahali var. Zira ben burada bir gün geçirmiş olsam dahi, ne zaman bu caminin önünden geçersem geçeyim insanlar caminin önüne oturmuş sohbet ediyorlardı. Güzel ve hoş bir manzaraydı. Bu cami II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim’in veziri olan Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış. Her ne kadar o da II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim’e vezirlik yapmış olsa da burada bahsedilen Mustafa Paşa, zannediyorum herkesçe bilinen “Koca Mustafa Paşa” değil. Bu konuda bir bilgi bulamadım ve eğer siz biliyorsanız yorum olarak bana yazarsanız sevinirim. Sanıyorum Mustafa Paşa hiçbir zaman baş vezirlik yapmamış birisi ve o yüzden bir bilgi bulamıyorum. Çünkü Koca Mustafa Paşa, zaten 1512 yılında idam ediliyor. Yavuz’a vezaret etmek zordur zira 3 vezirini idam ettirmiştir. Bir zamanların “Yavuz’a vezir olasın” sözünün bir beddua olması buradan gelir.
Camiyi gezip gittikten sonra biraz aşağı doğru yürüyünce karşıma Arasta Cami çıktı. Burası da güzel bir camiydi. 15. yüzyılda yapılmış olan bu cami birçok badire atlatmış. En son Bursa Belediyesi ve iş adamlarıyla birlikte restore edilmiş. Benim asıl hoşuma giden şey ise cami bahçelerinin çok güzel oluşuydu. Bu güzel caminin de dışında güzel güller bulunuyordu.
Asıl buradaki güzellik, caminin yanında bir kaç masa ve sandalye bulunmasıydı. Buraya oturup çay, kahve içebilir ve kendinizi Türkiye’de gibi hissedebilirsiniz. Fakat çayların tadı Türkiye’dekilere pek benzemiyor onu söylemeliyim. Hatta tavla bile oynayabilirsiniz ki ben yanımda tavla oynayan arkadaşları bir süre izledim.
Daha sonra Makedonya Müzesi’ni aramaya koyuldum. Çok yakınlarda bir yerde olduğunu biliyordum fakat bulmasını beceremedim. Aslında ona benzeyen bir yer buldum fakat fevkalade kötü bir girişten sonra kapalı bir yer bulmamla geri döndüm.
Biraz daha aşağı inince karşıma Murat Paşa Cami çıktı. Cami meydanın tam ortasında ahşap çatısıyla karşınıza çıkıyor. Tam önündeki su içmek için yapılan musluklardan herkes su içiyor. Burada geçirdiğim vakit içerisinde kaç defa buradan su içtim hatırlayamıyorum bile. Bu camiyi ise II. Murat I. Murat adına yaptırmış. İkisi de en değerli padişahlardandır, kabirleri ferah olsun…
Camileri geçerken, bütün bir Türk mahallesini de geziyorsunuz. İnsan kendisini bir garip hissediyor. Her adım başı bir cami, Türk tipi evler, Arnavut kaldırımları, ezan sesi…
Biraz daha yukarı çıkınca bitpazarına ulaşıyorsunuz. Burası baya büyük bir yer. Bu pazarda çeşit çeşit gözlükten kalemlere, kolonyalara kadar türlü türlü şeyler var. Fakat beni burada asıl ilgilendiren kısım meyve-sebze pazarı oldu. Bu pazarın Türkiye’deki klasik meyve-sebze pazarlarından hiçbir farkı yok. İnsanlar birebir bizim gibiler. Zaten Türk mahallesindeyiz, çoğu bize yakın insanlar ve hatta Türkler. Buraya uğrarsanız meyve almanızı tavsiye ediyorum. Benim canım mürdüm erik çekti, yarım kilo aldım ve 25 dinar ödedim. Tabi bu arada, Makedonya’nın para birimi dinar ve paranızı uygun bir döviz bürosunda dinara çevirmelisiniz. Etrafta fazla sayıda su musluğu var ve herhangi birine gidip meyveleri yıkayabiliyorsunuz. Murat Paşa Cami’nin önündeki musluklara gidip eriklerimi yıkadım ve tüm gün bu erikleri yerken gezdim. Keşke daha çok meyve alsaydım bile diyorum, canınız çeken meyveyi alın zira meyveler güzel.
Türk mahallesinde birçok Türk görerek ve Türkiye’den izler seyrederek dolaştıktan sonra Üsküp’ün diğer bölümü (Vardar’ın güneyi) yani daha modern kısmına geçmek üzere yola koyuldum. Gerçi siz benim yola koyuldum dememe bakmayın çünkü burada her şey çok yakında ve yürüme mesafesinde. Aynı zamanda modern dememe de bakmayın. Bu bölge daha çok şehrin 2014 tarihinden itibaren başlatılan kentsel dönüşüm çalışmasının bir ürünü. Birçok heykel, yeni bina, köprü, anıt ve mimari eserler var. Fakat bu eserlerin hepsinde bir şey eksik: tarihi ruh. Bazıları güzel olmuş, hak vermemek elde değil ve belki bu hareket desteklenmeli fakat birçok yapı olmamış.
Yani buradan şunu öğrendim. Belki birçok kez ülkemde heykel, tarihi binalar, yapılar olmasını istedim ömrüm boyunca. Fakat bunları isteyip, yapmak yeterli değilmiş. Bunları tarihi zamana ve mekana göre tasarlamak ve şehrin ruhuna uygun da yapmak gerekiyormuş. Bunu yaparken de herhangi bir siyaset gütmemeli, şehri güzelleştirmek ve tarihi olduğu gibi yansıtmak gerekiyormuş. Zira bunların eksikliğini Üsküp’ün bu kısmında gördüm. Yani bunları körü körüne inşa etmek, belki etnik düşüncelerle kendince bir tarih yaratmak ve milyonlar harcamak yeterli ve doğru değil.
İşin çok daha abes kısmı, birçok yapının özenti olması. Yani ilham falan almayı bırakın baya özentilik görüyorsunuz. Mesela Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de Kahramanlar Meydanı’nda olan hükümdar heykellerinin tasarım anlamında birebir benzerlerini Üsküp Arkeoloji Müzesi’nin yanında gördüm. Öyle taklit edilmiş ki hükümdarların durduğu büstlerin tasarımı bile aynı. Bu talihsizlikten dolayı olsa gerek, bu yapıta gittiğimde etrafta bir insan bile göremedim. Belki tarihi yansıtma niteliği olabilir fakat tek kelimeyle söylemem gerekirse olmamış. Her neyse, olmamış kısımlar hakkında çok konuşmamın bir anlamı yok fakat fikrimi de belirtmeyi uygun gördüm.
Bu kısa eklemeden sonra, henüz Türk mahallesinden devam ederken, Taş Köprü’ye doğru yürüdüğümde karşıma İskender’in babası II. Philip’in heykeli çıktı. Bu heykelin etrafında farklı anıtlar ve değişik tasarımda yapılar var. Fakat asıl, ünlü Büyük İskender heykeli, Taş Köprü’nün diğer tarafında yani güneyinde.
Taş Köprü demişken nasıl bahsetmeden geçebilirim ki? Büyükçe kesim taşlarıyla Makedonya Meydanı ile Eskiçarşı’yı birbirine bağlayan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü (Kameni Most) yahut Taş Köprü, Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı ve yıllardır süre gelen depremlere rağmen sapasağlam ayakta kalan yapılardan bir tanesi. Bu köprünün kimin tarafından yapıldığı konusunda birçok ihtilaf bulunuyor ve köprünün II. Murat zamanında yapıldığına dair bilgiler de var. Bu ihtilafı bir kenara bırakırsak, Vardar Nehri’nin üstüne çok yakışan bu köprünün tam ortasında bir mihrap var. Mihrabın üzerinde köprünün II. Murat zamanında yeniden yapıldığına ve onarım çalışmalarının hangi tarihlerde gerçekleştirildiğine dair bir bilgilendirme yazısı da bulunuyor. Fakat buradaki yönetimin tarih yıkıcı milliyetçiliğine maruz kalmış ve zamanında mihrabı yıkılmış. Fakat daha sonra Türkiye’nin uğraşlarıyla mihrap yerine tekrar yapılmış.
Taş Köprü’den devam ettiğinizde bütün ihtişamıyla karşınıza Büyük İskender’in heykeli çıkıyor. Bu büyük Makedonya Meydanı’nda birçok başka heykel de var ama asıl dikkati İskender çekiyor. En devasa Büyük İskender heykeli bu olsa gerek. Tipik duruşuyla tasvir edilen Büyük İskender, bir eliyle Bukefalos’un dizginini tutmuş, diğer eliyle ise kılıcını ileriye doğrultmuş bir şekilde duruyor. İskender’in atı Bukefalos ise iki ayağı havada ve ileri doğru atılmış duruşuyla efsanevi bir at olarak betimlenmiş. Heykelin üstünde durduğu yapıda birçok Makedon ordusu kabartması da var ve bunlar da çok güzeller. Ayrıca en altta tipik Makedon Vergina Güneş’li kalkanları ve mızraklarıyla Makedon falankslarının heykelleri var. Toplamda 8 adet bronzdan asker varken aynı zamanda 8 adet de bronzdan aslan heykeli bulunuyor. Ayrıca bu heykelde muhteşem bir su sistemi var. Belirli aralıklarla suların oluşturduğu bu görüntüyü görmesi çok hoş. Hatta o suyun altında sıcaklıktan bunalmış çocuklar da eğleniyorlardı. İnsanın orada gerçekten de suyun altına giresi geliyor.
Makedonya Meydanı’nı geçtikten sonra yolumu sol tarafa doğru çevirip azıcık yürüyünce karşıma Fransa’daki Zafer Takı (Arc de Triomphe) gibi bir yapı çıktı. Sanırsam bu yapıyı da Üsküp’te yeni yapılan mimari çalışmalar neticesinde yapmış çünkü tarihi eser gibi görünmekten ziyade daha çok sonradan yapılmış bir özentilik barındırıyordu. Her neyse, yolumu biraz karıştırıp bir alt caddeye geçince Rahibe Teresa Müzesi’yle karşılaştım.
Rahibe Teresa Müzesi yahut Memorial House of Mother Teresa, Osmanlı topraklarında doğmuş ve ismi Agnes Gonca Boyacı olan Rahibe ve Azize Teresa’ya ait bir anı evi. Azize ünvanı almasının sebebi, iki hastayı iyileştirerek gerekli olan iki mucize göstermesinden dolayıymış. Her kesimden birçok eleştirinin hedefi olsa da Nobel Barış Ödülü’nü kazanmış. Her ne kadar konuya çok yakın olmasam da müzesini gezmek için buraya gelmeyi istiyordum. Fakat, her zaman başıma geldiği gibi, müze gittiğim saatte kapalıydı. Buradaki müzenin saat sistemi birazcık farklı, yani öyle devlet müzeleri gibi değil. O yüzden, gitmek isterseniz bunu aklınızdan çıkarmayın ve internet sitesinden bu anı evinin açık olduğu saatleri kontrol edin.
Sonrasında Makedonya Meydanı’na tekrar gelip Taş Köprü’nün yanındaki Üsküp Göz Köprüsü’ne doğru yürüdüm. Bu köprü de ne yazık ki şehirdeki dönüşüm çalışmalarından etkilenmişe benziyordu çünkü tarihi bir ruh görmek bana biraz zor geldi. Köprünün hemen karşısında kocaman Makedon Arkeoloji Müzesi’nin girişine kadar geldim. Bina ihtişamlı görünüyordu. Büyüklüğüne karşı sürem olmadığına kanaat getirerek içeri girmedim. Fakat girmediğime pişman olacağım.
Türk tarafına doğru tekrardan yürümeye başlayınca, Çifte Hamam‘ı ziyaret etmeğe kalkmamla birlikte kapalı olduğunu görüşüm asabımı bozdu. Umarım bir daha gelmek mümkün olursa görmeyi çok istiyorum. Diğer bir adı Davud Paşa Hamamı olan bu güzel bina, II. Bayezid devri sadrazamı Koca Davud Paşa tarafından 15. yüzyıl sonlarında yapılmış. Bugün sanat galerisi olarak kullanılıyormuş.
Karnım acıktığı için, Türk Mahallesi tarafında Üsküp’ün güzel köftelerinden isteyip midemi mutlu etmeye başladım. Aynı zamanda, gezide yanımdaki dostlarımın bana önerilerine uyarak buraya özgü bir salata olan Şopska (Shopska) salatasından da istedim. İçinde domates, biber, salatalık ve soğan bulunan bu salatanın tadını oldukça güzel yapan şey ise üstüne bolca rendelenmiş olan beyaz peynir oluyor. Salata gerçekten hoşuma gitti, köfteler de öyle. Tabi yemek yemeden evvel yoldan geçerken, bir baklavacı ve tatlıcı dükkanının yanında internet bağlantısı bulduğum için uzunca bir süre bu internetten yararlandım. Avrupa’yı gezerken yolda bulduğum internet bağlantılarından oldukça verimli bir şekilde faydalanıyorum, faydalanacağım 🙂
Üsküp’ten ayrılma vakti yavaş yavaş yaklaşırken, aynı zamanda Dünya Kupası Final maçının başlaması da yakındı. Bundan dolayı birçok yerde gördüğüm kahvehaneler insanlarla doluydu. Bu yerlerde Türk futbol takımlarının armalarını görmek de hoş bir manzara oluyor. Ayrılmak üzere yürürken yolum yine Arasta Cami’den geçiyordu. Bu caminin yanında maçı izleyen insanlara göz atıp son kez cami bahçesine baktıktan sonra yoluma giderken, az önce caminin çiçekleriyle ilgilenen amca beni durdurdu ve nereli olduğumu sordu. Ben de Türk olduğumu ve Üsküp’ü gezmeye geldiğimi söyledim. Zaten bu soruyu bana değişik bir şiveye sahip Türkçesi ile sormuştu. Zannediyorum bu amca buraya gelen tüm Türkleri seviyor ve onlarla sohbet etmek istiyor.
Beni çay içmeye davet etti. Birazcık işim olduğunu söyledim çünkü etrafı son kez dolaşmak istiyordum. Fakat güzelce ve bir baba edasıyla, “gel azıcık otur işte” deyince kıramadım. Tabi ki kıramadığıma pişman olmayacağım. Çünkü yurtdışında kiminle sohbet etseniz hatırınızda güzel bir anı olarak kalabiliyor. Bana çay ısmarladı ve bir süre sohbet ettik. Ramadan amca konuşmayı çok seven birisi belli ki. Sözlerine önce “Arnavut’um elhamdülillah müslümanım” diye başladı. Her cümlesinde Türkiye’ye dua ede ede konuştuk. Siyasetten tutun Üsküp’ün haline kadar her şeyden bahsettik. Amca konuyu üçüncü dünya savaşına bile getirdi 🙂 Fakat tam bir Türkiye aşığıydı. Övücü sözlerini görünce ben de “Benim Türkiye’de Arnavut ve Kosovalı arkadaşlarım var ve hepsi çok iyi insanlar. Ben de Arnavutluk’u severim.” dedim güldü ve teşekkür etti. Konuşma uzarken, keşke Üsküp’e Türkiye’den daha çok insan gelse ve kalsalar diye hayıflanıyordu da. Ama özellikle kendi aksanıyla söylediği ve her cümlenin başında kullandığı “Allah’ın var bir kudreti…” cümlesini her duyduğumda onu hatırlayacağım. Çünkü yüzlerce kez söylemiş olabilir. Çay bitse de bir tane daha ısmarladı. Arkada Dünya Kupası izlenirken biz sohbet etmeye devam ettik. Sağ eli sakat idi. Küçükken kuyuya düşmüş, o yüzden sağlam şekilde kullanamıyormuş. 65 yaşındaymış ve hiç evlenmemiş. Keyiflenerek bir anısını anlatmaya başladı. Diğer tüm kardeşleri evli ve çocuklu oldukları için bir gün annesi gelmiş ve “Senin hiç oğlun yok. Nasıl olacak böyle?” diye yakınmış. O da demiş ki “Benim 82 milyon kardeşim var”. Tabi bu sırada ikimiz de gülüyorduk ama annesi de “Hayatımda böyle şey duymadım” diyerek hayretini belli etmiş, şaşırmış zavallı kadıncağız. Türkiye’ye hiç gelememiş ve bunun üzüntüsünü yaşıyordu. Tüm bu konuşmayı Türkçe yaparken, arada Makedonca ve Azerbaycan Türkçesi’nden de kelimeler kullanıyordu. Ben bunları anlamakta zorluk çektiysem de genel itibariyle anlaştık. Burada bu şekilde Türkçe konuşan insan görmeniz mümkün. Buraya Türkiye’den gelen her insana çay ısmarlayıp sohbet etmeye çalışıyormuş. Son çayımı da bitirince tokalaştık, teşekkür ettim.
Buraya ufak bir ekleme yapmak istiyorum. Ben gezerken hiçbir yapıya fotoğraf çekme gözüyle bakmadım. Elimde ne profesyonel bir makine ne de bu güzel yapıları güzel açılar bularak fotoğraflayabileceğim yeterli zamanım vardı. Bu yüzden çektiğim birçok fotoğrafın, bu güzel yapıları hakkıyla yansıtamadığı kanısındayım. Buraya tıklayarak, bu yapılara ait çok daha güzel fotoğraflara erişebilirsiniz. Mesela Büyük İskender heykelinin çok güzel bir ışıklandırma sistemi de varmış. Fakat fotoğraflar bana ait olmadığı için buraya eklemek yerine ben link bırakmayı tercih ediyorum. Ayrıca, İngilizce olsa dahi, birçok yapıya ait ayrıntıyı ve turistik bilgiyi de bu adresten bulabilirsiniz.
Bu güzel şehirden ayrılırken damağımda hoş bir tat kaldı. İnsan belki yurtdışında farklı kültürleri tanımak ve öğrenmek için geziyor. Yahut tamamen eğlenmek için de geziyor olabilir. Fakat kendinize ait bir şeyler bulduğunuz zaman bu hoşunuza gidiyor ve farklı yerde yabancılık çekmemek sizi mutlu edebiliyor. En azından ben kendim için böyle söylemeliyim. Üsküp, birçok farklı kültür arasında harmanlanmış ve belki de bu kültürlerden bazılarının baskılarıyla çarpıklaşmış bir şehir görünümü veriyor. Yine de tarihi ruhunu koruyan kısımlarıyla bir bütün olarak ve bir günden daha az zamanla gezmiş olmama rağmen Üsküp’ü çok sevdiğimi söylemeliyim. Başkaları için çok şey bulunmaz bir şehir olabilir. Ben o kanıda değilim. Bazı şeyler neyi aradığınız ve neyi görebildiğinize göre değişir. Son olarak Üsküplü Yahya Kemal Beyatlı’nın Kaybolan Şehir şiiri ile yazımı noktalamak istiyorum:
“Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyârıdır,
Evlad-ı Fatihân’a onun yâdigârıdır.
Firûze kubbelerle yalnız bizim şehrimizdi o;
Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyla biz’di o.
Üsküp ki Şar Dağ’ında devâmıydı Bursa’nın.
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.
Üç şanlı harbin arş’a asılmış silâhları
Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.
Ben girmeden hayâtı şafaklandıran çağa,
Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.
İs’a Bey’in fetihte açılmış mezarlığı
Hulyâma âhiret gibi nakşetti varlığı.
Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin
Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için.
Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.”