“Durgun bir deniz gibi
durur göğsünde fırtınalar
patlayamaz
çeyizlenir hüznün kanaviçesinde”*
Acıyı nakış nakış işler, gecenin zifiri karanlığına rağmen bir mum yakar ve devam ederdi kanaviçesine. Sonsuz tutam umut, özgürlük, mutluluk, neşe, sevinç ve hayal serperdi kanaviçesine; acının kokusunu bastırmak istercesine! Görünürde bir güldü işlediği ama ardına baksanız ağlayan iki çift göz ve sessizce düşen tek bir damla. Böyleydi galiba acının gözyaşı; dışa akıtamadığın içinde de durduramadığın… Ve sanki açsan içini, salsan gözyaşlarını tüm şehir sular altında kalacak gibi. Bırakmıyorsun, sen sen olmaktan vazgeçmiyor “primum non nocere/önce zarar vermeme” ilkesini iliklerine kadar yaşıyor, yaşatıyorsun. Başkalarını üzmemek adına içine atıyorsun.
“Oyalı bir mendilin kanaviçesindeki
Sabrın kararttığı gül demetine
Usulca düşüyorsa bir damla gözyaşı
Gurbet mutlaka olacaktır.”*
demiş şair. Damlalar gurbetin habercisiydi demek ki. Demek ki gurbet vardı. Gurbetin ardından hasret, hüzün, melal, ayrılık ve hicran her biri aynı anda olmasa da bir bir düşecekti gönüle. Gönül gurbetle genişlerdi çünkü hepsini bir arada barındırmak için. Çünkü onlar kardeş duygulardı, biri nereye diğeri de oraya… İyi günde kötü günde… Hem ne de olsa mesele kötü günde bir olmak değil miydi? Lakin insan kolay kolay belli etmezdi bu hislerini. Ve insan belli etmese de onlar ele verirdi kendini; küçücük bir damla ile hem de. Usul usul akardı ya gözlerden yaş. Neden usul usul acaba dedim sonra kendime? Neden çağlayanlar gibi boşaltmaz içini? Neden hüngür hüngür ağlamaz ki? Çünkü akıl ile gönül arasında kalmış bir insan o. Ve çoğu zaman engellerdi gözyaşlarını uslu uslu durayım diye kendi usunu sustururdu. Akıl bırakmazdı ama gönlüne kalsa hıçkıra hıçkıra ağlardı ama şu an metin olmak gerekirdi. Fakat elbet bir gece o hüzünlü kalp de açardı sinesini kendine. Basardı bağrına kendini “Ağla!!!” derdi, “Ağla, susma! Dök içini, hafiflet yükünü!”.
Kanaviçe işliyordu;
Her bir iğne bağrına batıyordu da, çıkmıyordu sesi bir dış sükûnetle, bastıramadığı iç sesinin aksine.
Kan’av’içe işliyordu.
Sonra nedendir kelimenin hikâyesi canlandı zihninde. Yıllar önce duymuştu bu hikâyeyi. Nereden bilebilirdi ki bir vakit kendisinin de bu hikâyedeki bir ‘kahraman’ olacağını. Demek ki geçen yıllar sadece tozunu bırakmıyormuş arkada. Geçmişten geleceğe haber taşıyormuş, geçip gittiğini sandığımız o yıllar. Hikâye ise şöyleymiş; Bir avcıya yakalanmış ceylan, vurmuş avcı da. Acıtmış canını, akıtmış kanını ceylanın. Ama avcı ve etrafındakiler görmemiş akan kanı. Çünkü kan ceylanın içine içine akıyormuş ve o da izin vermiyormuş dışarı akmasına. Ne kadar acısa dahi canı yansıtmıyormuş dışa. Fakat vurulan yürekten damla damla da olsa sızıyormuş ya kan. Lakin yine görmüyormuş diğer insanlar. Çünkü alışmışlar birbirlerinin sadece iyi hallerini görmeye, iyi hallerinde yanında olmaya, yanlarındaymış gibi davranmaya! Hal böyle olunca, vurulanlar da alışmış acılarını içlerinde yaşamaya.
Kan’av’içe işliyordu.
Durmadan.
Ve durmadan düşünüyordu.
“Neden bu uğraşın adına kan’av’içe demiş acaba büyüklerimiz?” derken anımsamıştı çok iyi bildiği hikâyeyi. Döndü kendini yokladı. Avcı mı vurmuştu ki içi kan ağlıyordu? Demek öylesine parçalanmış ki içi, kelimeyi bu kez böyle görmüş gözden öte o dertli yürek. Oysa harfler hep aynı intizamla yan yana idi. O zaman neydi ki değişen? Bunu kabul etmek çok kolay olmasa gerek ama cevap apaçık ortada; değişen “Hayat”tı. Hayatın ta kendisiydi. Ve hayat, çoğu zaman sizin dışınızda gelişen olaylar bütününden ibarettir. Sizi sizden habersiz bir yerlere hazırlar, bir yerlere götürür. Değişen hayatlarla; duygular, değerler, bakış açıları ve en önemlileri “insan” ve “insanlık” da değişiyordu. Belki de insanlar değiştiği için hayat değişiyordu. Hatta belki değil öyleydi. Dönenler yüzündendi, yordam değiştiği için yol değişiyordu.
Kan’av’içe işliyordu.
Uğur böcekleri, yıldızlar, kelebekler, çiçekler… Her biri rengârenk… Gön(ü)lün parmaklarından usulca dökülen renk renk hülyalardı onlar. Her biri bir simgeydi sanki. Tıpkı şu küçük(!) hikâyecikteki gibi:
Karanlık bir gün de bir babayı hapishaneye atarlar. Suçu nedir bilinmez bilmezler sadece alırlar atarlar içeri, ispatlanamaz suç, çünkü suçu yoktur babanın. Ama alınmıştır özgürlüğü elinden, ayrı düşmüştür sevdiklerinden. Masum ama masumluğunu kanıtlaması gerekiyordur onlara göre, eğer varsa bir suç, o suçun kanıtlanması gerekirken! Baba içeridedir, ailesi güya dışarıda. Baba perişan, anne perişan, evlatlar perişan… Görüş izni vermezler. Dört duvar arasında baba 3 ay değil, 6 ay değil, 1 yıl geçirir baba. Dünyadaki hukuk örgütleri duruma daha fazla sessiz kalamaz ve nihayet konuya dikkat çekerler “Hiç değilse bir seferlik bir görüş günü düzenleyin de sevdiklerini görsünler.” derler. Bunu dahi çok görürler de vicdansızca. Sonra “Tamam!” der mazlumu gözetmeyenler bu sefer ne has ise. Ama herkese sadece bir kişi çağırma hakkı verirler ve sadece beş dakikadır süre. Aynı zamanda şair olan o baba da küçük kızını görmek ister. Çağırılacaklar listesine onun adını yazar. Küçük kızı annesi belirlenen günde ziyarete getirir. Kız babasına gelirken yanında onun için çizdiği resmi de getirir. Resimde dağlar, kuşlar, ağaçlar, çiçekler vardır. Gardiyan bakar resme “Hmm. Alamam bunu içeri! Kuş resmi yasak! İçeri kuş giremez!” der. Kalakalır resim orada. Küçük kız üzgün ağlaya ağlaya babanın yanına gider ve babasının karşısında da susmaz. Ve o beş dakika öyle ağlamakla geçer, Kız ağlar, baba ağlar. Ama o masum babanın masum kızı azimli ve kararlıdır, yılmaz ve bir yıl sonraki görüş için babasına yine resim çizer. Gardiyanın elinden bir hışımla aldığı resimle beraber babasının yanına koşan küçük kız, ağacın üzerindeki elmaları gösterir ve sessizce fısıldar babasına:
-Babacığım burada aslında kuş var, hani geçen yıl kuşlu resim çizdim diye resmimi içeri almadılar ya, ondan ben de elma çizdim bu sefer. Elmaların ardına sakladım kuşları babacığım. Hişş. Susalım kimse duymasın babacığım hem kuşlarımız uçup kaçmasın.” Çat pat böyledir hikâye.
İşlenen her bir kanaviçe de bu kadar masum bir gönül döküştü işte. Dökenin gönlü gibi bembeyaz tertemiz bir bez üzerine. Kişinin içinde kopan nice fırtınaların yansımasıydı o kanaviçeler. Ve içteki o fırtınalar kasırgaya dönüşmek yerine birer çiçek yıldız olarak yansıyordu. Çünkü sabırla beslerdi o gönlünü. Sabır ise mutluluklara iyiliklere güzelliklere gebeydi. Biliyordu, biliyorduk.
“Bitmez gibidir yalnızlığın gözyaşı
Dökülür bekleyişlerin oyalı mendiline”*
dese dahi şair, biter yalnızlık, biter gözyaşları elbet. Elbet masumiyet kazanır.
Bir de damlalar vardı ki onları ne bezlere işlemeye takat yeter ne de onlar orada durur. Tutamazlar damlaları, ne parmaklıklar ardında ne kâğıt parçalarında ne de bezlerde. Kayar gider gönül gözünden o iki damla yaş. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur bile temizleyemez şu kirli dünyayı, o iki damla yaş kadar.
İki damla yaş;
Düşer toprağa
Tutunur ağaca
Gider dala yaprağa
Sudur, buharlaşır!
Uçar göğe
Tekrardan yağar
damla damla.
Kanaviçe kadar
Narin gönüllere düşmek,
O gönüllere
Misafir olmak
İstercesine.
Konuk Yazar: HüMa
*Gurbet Mutlaka Olacaktır/ Ahmet Telli
Ocak 2016- Aralık 2017