Dinleyin beni. Az önce fark ettim. Banyodaydım. Keseleniyordum. Koltuk altımdaki et benini sert fırça darbeleriyle kanatmıştım. Gider deliğinden sızan kan girdap şeklinde ve sabun köpükleriyle aşağı doğru süzülüyordu. O zaman bir şey fark ettim. Notumu aldım. Bunun üzerine düşünmeye başladım. Kan durmuyordu. Durulanmadan bornozumu üzerime geçirip kanayan et beni üzerine çaprazlamasına iki yara bandı yapıştırdım. Kokuyordum.
Tam et beninden kanın sızışı esnasında, canım acırken ve yanarken, üç zaman diliminin tek bir anda hapsolduğunu gördüm. Geçmiş, şimdi ve gelecek; et beninden kan sızarken, canımı yakan acıyla birlikte gözlerimin önünde, daha doğrusu aklımın her şeye bir anlam katan, değerler silsilesi yoluyla yapılacaklar listesini sıraya koyan odacığında belirivermişti. Bir anda üç zamanı aynı anda yaşıyor gibiydim. Şimdi yaşanan o kadar hızlı geçiyordu ki, hemen geçmişe karışıyordu; ve gelecek o kadar hızlı geliyordu ki, şimdi oluyordu.
Yaşamak denilen şey bu üç zamanın aynı anda oluşmasıydı. Diğer hiçbir şeyin bir anlamı kalmıyordu. Her şey, tıpkı büyük patlamada olduğu gibi, bir zerre içinde sıkışıp kalıyordu. Acı çekerken buna hayat dedim. Sinir düğümleri içinde biyolojik saatimin gösterge uzantılarının açılarını değiştiren bir şeyler olduğunu o zaman anladım. Benzer olaylar peşinde koşmaya da o zaman başladım.
Rutin içinde insan yaşadığını hissedemiyordu. Saati ya durma noktasına gelene kadar yavaşlatmalı ya da zaman zembereğini yayı boşalana dek hız kazanana kadar sarmalı ve pimi koyvermeliydiniz. Ortası şimdiki zamandı. Bunun bir anlamı yoktu. Üçü bir arada yaşandığında hayatın tadına varılıyordu.
Dışarıda karanlık vardı. Arabama atladım. Şimdinin geçmişinde geleceği kovalamak için birinci vitesten beşinci vitese attım arabayı. Araba kendini toplayamadı. Farlarımı yakmamıştım. Boş sokaklarda beton elektrik direklerinin kalın ve kaba gövdelerine arabamın sağ aynasını hizalayarak yol alıyordum. Parkın kenarından karakol sokağına döndüm. Eczaneden çıkan bir çift sanki beni ayıplıyormuş gibiydi. Yanlarından usulca geçtim.
Kömür kovasının deliğine kafasını kıstırmış bir sokak kedisinin kaldırımın kenarında miyavladığını gördüm. Çöp arabası henüz gelmemişti. Hayvancık kaçamıyordu. Hızımı arttırdım. Hızımla birlikte gelecek de hızlandı, şimdiki zaman geçmiş olmayana başladığı anda arabamın sol ön tekerleği kafasını kıstırmış kedinin gövdesini yufka inceliğinde asfalta serdi. Uğultulu ve acı bir çığlık duyuldu. Can çekişen hayvan kendi etrafında yarım bedeniyle takla atıyor gibiydi. Onun üç zamanını tek bir an içine hapsettiğimde de aynı duyguları yaşamıştım. Birileri beni görmüş olabilirdi. Ölüm anında da üç zaman tek bir an içinde sıkışakalıyordu. Benim için yaşamanın bir anlamı yoktu. İşe gidiyordum. Ama niçin işe gittiğimi bilmiyordum. Yemek yiyordum, nefes alıyordum, pahalı kıyafetler giyiyordum, insanların kaderini etkileyen kararlar veriyordum. Ama bunları niçin yaptığımı bilmiyordum. Sanki göklerden gelen bir ses bana bunları yapmam için ilahi emirler veriyordu. Bir robot gibiydim. Emir komuta zinciri içinden çıkamayan zavallı bir asker gibiydim. Devlet büyükleri önümden geçtiğinde ayağa kalkar ve önümü iliklerdim. Saatimi kolumdan çıkarmazdım. Uyurken ve yıkanırken bile bileğimi sıkan o kordon benim kaderim olmuştu. Emeklilik hesaplama sitelerinde daha kaç sene çalışacağımı hesap etmekten gözlerime uyku girmez olmuştu. Bu kısır döngüden beni kurtaran şeyin et benimin kanaması olduğunu gördüğümde yapmamam gereken şeyleri yaparken tarifi imkansız hislerin üç zaman dilimini aynı anda soframa getirdiğini gördüm.
Ertesi gece yola yaya çıktım. Kediyi ezdiğim sokaktan geçerken orada bir damla kan lekesine rastlamadım. Dün gece ezmiştim onu. İleriyi geri sararken şimdiyi geçmişe gömmüştüm. Benim bir anlamım yoktu. Ama o zaman bir anlam ifade ediyordum. Onun geleceğine hükmediyordum. Bilinçli bir varlığın kaderine hükmedemeyen ben, düşünemeyen, konuşamayan, anlamlandıramayan bir hayvanın canıyla oynayarak durma noktasından bir dakika bile ileri gidemeyen saatime işlerlik kazandırmaya çalışıyordum.
Bir hafta sonra bavulumu topladım. Yola çıkacaktım. Artık düşünmek istemiyordum. Beklemek istemiyordum. Zamanın geçmesinin bir anlamı yoktu. Artık yoktum. Depoyu doldurdum. Yağı tamamladım. Hava soğuk olduğundan antifriz eklemesi yaptım. Uyku tulumum, kamp ocağım, kuru gıdalarım ve diğer şeyler bagajda hazır bekliyordu. Gece yarısıydı. Yine farlarımı yakmamıştım. Top oynayan iki çocuğu gördüm. Yakartop oynuyorlardı. Biri iri, biri zayıftı. Çelimsiz olanı arkadaşının ayağına basıp ona taktığı lakapla çevresinde dolanıp duruyordu. Birini gözüme kestirdim. Şişko olanı lastiklerimin altına alacağım derken bir anda sıska olanı onun önüne geçti. Ezilen o oldu.
Tam bir sene ortalıklarda görünmedim. Çocuk katili olduğumu biliyordum. Şehre inmedim. Dağlarda kurtlarla uluyarak dertleştim. Çok zayıflamıştım. Bir gece konakladığım yerde ikinci gece yoktum. Yürüyordum. Birilerinin beni görmesinden, orman muhafaza memurlarıyla karşılaşmaktan, aslında kısacası konuşmaktan korkuyordum. Bir sene içinde ağzımdan tek kelime çıkmadı. Konuşmayı unutmuş gibiydim. Sadece düşünüyordum. Bir senemi üç zaman dilimine sıkıştırmıştım. Suskunluğun sarıp sarmaladığı zaman dilimlerinde gelecekte geçmişi yaşıyor, şimdi geleceği sarıyor ya da geçmişte şimdiyi arıyordum. İkinci sene de dağlarda geçti. Üçüncü senenin sonunda şehre geri döndüm.
Artık eskiden olduğu gibi sadece konuşmuyor değilim. Artık hiç susmuyorum. O kadar ki, içimdeki yoğunluk ruhumu sarıp sarmalıyor. Tecrit hücresinden bir tutam mavi gökyüzü görünüyor. Çocuk sesleri duyuyorum. İdam edilmemi isteyen bir çift yukarı doğru bağırıyor. Onları duyuyorum. Çünkü çocuklarının geleceklerini şimdiki zamana sığdırdım ve geçmişini ileri sardım. “Hayır,” diye bağırdım tam üç sene sonra. “Çocuğunuz zaten ölecekti. Onu ben öldürmedim. Ben ezmeseydim de o zaten ölecekti. Onu ben öldürmedim. Onu zaman öldürdü.”
Ayıldığımda banyodaydım. Et benimden sızan kaygan kan tabakası ayağımı kaydırmıştı. Başımı çarpıp bayılmıştım. Baygınlık esnasında yukarıda saydıklarımın aynısını yapmaya karar vermiştim. Tekrar ediyorum. Baygınlık esnasında bu kararı vermiştim. Üç sene sonra görüşmek üzere, dedim. Bornozumu üzerime geçirdim. Arabama atlayıp kafasını kömür kovasına kıstırmış bir kedi aramaya koyuldum.