5/40 Muhayyer Kürdi Makamı
Bahar kendini biraz zorla da olsa göstermeye başladı pencerelerimize. Leylakların kokusunu çekiyoruz bir nefes ve tazelenmiş bir edayla veriyoruz nefesimizi. Her biri farklı renkte çiçek açmış olan ağaçlara hayran bir şekilde atıyoruz adımlarımızı. Şimdi ise bu taze baharda, dinle serimizin beşinci makamı ile açıyoruz gönlümüzü size. Gelecek değil, geçmiş baharlardan esinti olsun biraz. Belki Lale Devri’nden belki görüntülerin siyah beyaz olduğu ama her duygunun daha gerçek yaşandığı; gözyaşının da sevincin de, özlemin de vuslatın da tadında olduğu demlerden olsun istedik muhabbetimiz ve Muhayyer Kürdi’li ezgilerle tat verdik.
Şimdi ise Salim Tokaç’ın taksimi ile açılan kapıdan Asdik Ağa’nın Muhayyer Kürdi Peşrevi ile kalbimize değeni dökelim söze.
Yıllar sonra yeşili yeşil, mavisi mavi bir güzel köye atmışsın adımlarını. O ferah kokuyu hissediyorsun hücrelerinde. Kuşlar ahenkle süzülüyorlar gökyüzünde. Senin gelişini karşılarcasına dans ediyorlar. Hiç ses yok, gerçek bahardan özge. Belki de çoktan beri gitmediğin o sade ama bir o kadar anılarla bezenmiş köy evine yöneliyor adımların. Masmavi demir kapıyı açıyorsun usulca. Salkım söğütlerin, meyve ağaçlarının içine serpiştirilmiş o taptaze sebzelerden koparmaya kıyamasan da, biraz tadımlık koyuyorsun heybene. Merdivenleri çıkıp eve girer girmez yaşamanın tadı değişiyor sanki. Halıların değişik anlamlar taşıyan, belki bir sevgiye söz olsun diye dokunmuş desenleri, sedirler, pencere önündeki sardunyalar, menekşeler, dantelin en estetik halinin gözüne çarptığı odalar, yorganlara sinmiş naftalin kokusu… Kıştan kalma ama akşamları ayaz olduğu için odayı saran sobanın sıcaklığı, ankastre olmasa da içinde en güzel lezzetleri barındıran fırını… Aralık bıraktığın kapıdan içeri doğru süzülüyor küçük yavru bir kedi, ilişiyor sobanın yanına mırıltısı ile siliyor kulaklarının pasını.
Dinle!
Bu tatlı sıcaklık değdi mi senin de tenine?
Olan olmayan acıtan sancıtan ne varsa uçtu gitti sanki bacadan dışarı göğe uzanan dumanla. Belki de bu yüzden tuhaf bir kokusu vardır soba yanan evlerden tüten dumanların. Tüm bunların ardından, sobada demlenmiş sıcak çayını koyuyorsun ince belli bardağına. Sedirine oturup çiçeklerle dolu pencerenden izliyorsun manzarayı. Ağaçlara tırmanan çocukları, koyun otlatan çobanları, nehirde çamaşır yıkayan komşu kızları, muhtemelen doksanlarını çoktan geçmiş, yüzlerindeki her bir kırışıkta bir sürü acıyı toplamış bir çifte ve onların birbirlerine ilk günkü aşk ile bakan gözlerine.
Ardından bir kalem ve kağıt alıyorsun eline. Araba yok, telefon yok, televizyon, internet yok. Özlemlerini kampanyalardan aldığın dakikalarda ya da sesli harflerin gönlünü kırdığın kısa mesajlarla değil kendi el yazınla doldurduğun sayfalarla anlatıyorsun. Annene yazıyorsun, evladına ,sevdiğine belki de ilkokul öğretmenine dostuna. Yazıyorsun ve yazdıkça yaşıyor anlam kazanıyorsun.
Dinle!
Anladın mı sorunun yok olanda değil de var olanda gizlendiğini, imkanlar arttıkça sevgilerin basitleştiğini. televizyondaki diziyi kaçırmayım derken kaçan hayatını, birbirine tebessüm etmeyi unutmuş insanlığımızı. büyümek gelişmek özümüzden uzaklaştıkça kaybolmak yok olmakmış sanki. Yediklerimiz sahte, giydiklerimiz sahte. sadeliğin en güzel süs olduğundan bihaber kalmışız.
Dinle!
Vücudun sinyal veriyor şimdi tüm bu dehşetli hallere. İşte o zaman en güzel çare belki de sürgün etmek kendini bu denli güzel hayal memleketlere…